Tuesday, June 02, 2009

OLD! (2)



Mukemmel olan her sey her zaman urkutur beni; gerceklik bulamam cunku onda.
Eskiye; eski ve biraz yipranmisa duydugum sempati biraz da bundandir belki…

Her canlinin ve hatta cansizin “yavru”su guzeldir; yasayan her varligin “taze”si, “yeni”si “genc”i makbuldur buna tamam.
Buradaki guzellik bence “henuz kotulukle tanismayan her sey ve herkes dokunulmamis bir melektir ve/veya melek kokar” yani olmaya bile baslamamistir, gokten indigi gibidir, usta bir elden ciktigi gibidir hem de; baslayamamistir daha o tazecik yasamaya ve anilar biriktirmeye iyisiyle kotusuyle; her neyse…

Benim bahsim; olgunlasmis bir seyin mukemmelligine karsi duydugum urpermedir… Boyle bir sey olamaz bence cunku.
“Olusmus” ile “Genc” yan yana yer alamaz cunku.
Olusurken her sey mukemmel kalamaz; biraz da olsa eskir, yipranir, izler tasir.
Eskimezse olusamaz.
Olusarak geldiyse karsima ama eskiyemediyse bir turlu; hep plastik bir seyler ararim onda.

Bir limon agaci dusunun; elinizdeki saksida cekirdekten yetistirdiginiz kucucuk bir filizken, daha buyuk saksiya ektiginiz bir fidan olan; dunyanin en saglikli fidani hem de, bir kere bile boceklenmedigini dusunun, bir kere bile sicaktan beti benzinin atmadigini o filizin ve fidanin; hic bir bitki hastaligina yakalanmadigini, yapraklarinin bir kere bile buzusmedigini, buyurken size hic endise hissattirmedigini ve hatta sonrasinda daha fidanken limon verdigini dahasi da her bir limonundan yarim bardak su ciktigini... Ve buna ragmen o fidanin minyatur bir agac estetiginde, dunyanin en guzel yesil ve sarilarini giymis bir agac oldugunu...
Bu ne kadar mumkundur?

Veya bir calisma masasi dusunun uzerinde yillarca; nesillerce calisilmis; yuzlerce binlerce dirseklere avuc acmis dusunen baslari tasiyan; turlu hayatlara, calismalara sahit olmus, turlu turlu sandalyelerle arkadaslik etmis ancak hic bir yeri cizilmemis, hic bir ter cilasini almamis, rengi atmamis, tahtasi eskimemis...

Bir yuz dusunun bir de yasamin kendisine sundugunu yasamis; yasamaya calismis, kah dusmus kah kalkmis; mutluluklarla avunmus, mutsuzluklarla yerinmis; bicilen omrun ortalama ortasini da gecmis ama hala porselen gibi...

Insanoglunun yuzundeki cizgileri cok severim ben.

Ben o cizgilerde yasanmisligi bulurum, o cizgiler hayatin oykusudur hatta anlamidir benim icin.

Beni yakindan taniyanlar bilir; ben yakinlarimin yuzundeki cizgilerle ilgili hep bir seyler soylerim “bak olmadi ama cizgilerini cikardin yine” veya “yuzunde hic cizgi yok su anda sen asiksin sanirim” veya “karakalem calismasi gibi suratin; ne oldu yine?” diye.

Dokunurum bir de ben sevdiklerimin cizgilerine; kah o cizgilerden aciyi ve uzuntuyu almak icin, kah yasanmisligi paylasmak, gercekligine inandigimi kendi icime gostermek, veyahut sahibinin otesinde cizgiyle bir olup o tecrubenin icinde kaybolmak, olgunluga yugrulmak icin...

Ben o cizgilere dokunurken kimse sormaz “ne yapiyorsun?” diye sanki bir anlasma vardir arada cizgilerle, onlar dokundukca anlatmak ister, doludur yurekleri; bosalsin diye anlattikca sahibini susturur, bu sebeple bence kimse sormaz “neden cizgilerime dokunuyorsun?” diye...

Severim ben insanoglunun “eski”misini, eski insanin cizgilerini...

Ve o cizgilerin hikayelerini...


6 comments:

ABİ said...

vay beee derim bu yazıya ve özellikle çalışma masası bölümüne...
vay bee... helal olsun sana.

Aydan Atlayan Kedi said...

"Mukemmel olan her sey her zaman urkutur beni; gerceklik bulamam cunku onda." Beni de aynı şekilde ürkütür. Ben daha çok "melek gibi iyi görünümlü" insanlardan korkarım. Hep sevgi sözcükleri taşar bazılarının ağzından, kimseyi kıskanmaz, kimseye kızmazlar, her zaman "inan bana ne geldiyse başıma iyi niyetimden geldi" gibi cümleler söylerler. Bana hiç güven vermez tam aksine iter beni böyleleri. İnsan kusurludur çünkü. Hatasız asla değildir. Ve ben beyaz içindeki o minik siyah beneklerini saklamayanlara inanırım. Asıl iyilik odur çünkü; siyahlarını kabul edip beyazları ile birlikte apaçık etmektir.
Not: Harika bir yazıydı. Okumak keyifti. Çok teşekkür ederim bu keyfi yaşattığın için.

Kubilay Kızıldenizli said...

Öncelikle mükemmel bir yazı olmuş...
Çok eski bir tartışmayı anımsadım bu yazıyı okuyunca. Bu tartışma "kirlenmemek" için iktidar olmayı reddeden bir akımla, "kirlenmeyi" göze alan diğer akım arasındaydı ve .
"Kirlenmeyi" göze alan kendi yurttaşına mutluluğu vermeyi başarıp elbette hata da yapmışken bir diğeri tarihten silinip gitti..

Benim babamın derin yüz çizgileri vardı. Çok derinlerdi ve elbette 78'inde göçüp gittiğinden normaldi de bunlar. sapsarı bir ciltte eller dah,l derin çizgiler... Kıvrımlarında yedi çocuğun büyüme sancıları ve daha neler neler... Onun çizgileri de benimkiler gibi erken başlamış.
Zaman zaman biraz da çekinerek elleyip sevdiğimi anımsarım ve "keşke daha çok, daha çok" yapsaydım diye aklıma gelir hep.
Aşk olsun sana Gülteinen sabahın bu kör saatinde beni nerelere götürdün!
Yaşlanmak güzeşdir ama "eskime" sıfatı haksızlık değil mi?
Hem de cansız varlıklar için bile olsa...
Mesela senin anlattığın masayı "ne kadar yaşlı değil mi?" diye okşadığımızda bir kişilik bulur, canlanır sanki...
Aileden olur.
Böyle bir masa var bizim Adana'ki evin bahçesinde babam tarafından yapılmış ama bir hayli yorgun...
Kubilay

hep said...

Çok güzel bir yazı ve otoportre. Yüreğine, eline sağlık.

egemavisi said...

"Ben o cizgilerde yasanmisligi bulurum, o cizgiler hayatin oykusudur hatta anlamidir benim icin."
Öyledir, çünkü dediğin gibi, Hayat ciziyor... silgi olmadan...
Çok hoş bir yazıydı, teşekkürler.

nilly'nin dünyası said...

Masal gibi geçti hayat
Ne zaman geçti bir ömür
Yüzüm çizgilerle dolmuş olsada
Ruhum hep aynı renk aynı ahenk

Nilly