Monday, September 01, 2008

Pitircik


Çocukluk Arkadaşım Pıtırcık Kaplumbağam

İnsanlar birbirlerine aşık olabilmek için yaklaşık yirmi yıl kadar beklemek zorundalar ama, hayvanlara aşık olabilmek için hiç de o kadar beklemeleri gerekmiyor.


Sadık bir hayvansever olmamın köklerinin, çocukluk yaşlarıma değin uzadığını bilmemden kaynaklanıyor bu yargım.


Çocuklar genellikle sokakta arkadaşlarıyla oynayarak büyürler ya, inanır mısınız, ben yalnızca sokakta arkadaşlarımla oynayarak değil, ayrıca evde hayvanlarımla da oynayarak büyüdüm. O çocukluk yaşlarımızda bile biz mahalle arkadaşı her birimiz, evlerimizde kendi yetişme ortamlarımızın deneyimlerini, görgü ve adetlerini , ayırdında bile olmaksızın, birbirimizle paylaşarak, birbirimizin gelişmesine katkı sağlıyorduk ama… Ben ayrıca evde, karınlarını besleyip doyurduğum hayvanlarımı büyütmeye çalışırken, onlar da benim beynimi ve yüreğimi besliyorlar, onlar da beni büyütüyorlardı.


Şimdiki çocukların hayvanları gibi, üzerlerinde “Pet-Shop” yazılı vitrinlerden satın alınıp, doğum günü armağanı paketler gibi süslenerek gelmediler bana benim hayvanlarım. Onların kimini evimizin bahçesinden, kimini kırdan, kimini ormandan ben buldum, kucağımda ben getirdim eve.

Onlar, satın alınan hayvanlar gibi birer “çocuk oyuncağı” değillerdi; doğada birbirimizle tanıştığımız, birbirimizi sevdiğimiz, sonra da birlikte bize eve geldiğimiz “çocukluk arkadaşlarım” idiler, her biri...


Ben tam 11 yaşımdaydım ama, tavşanım kaç yaşındaydı bilemiyorum. Balığımın yaşını da, ipekböceğimin, köpeğimin, kedimin, kurbağamın yaşını da bilmiyordum. Yalnızca civcivimin henüz bebek yaşında olduğunu biliyordum. Fakat hepsiyle, sanki onlar da 11 yaşındalarmış gibi anlaşıyor, sevişiyor, oynuyordum.


Komşumuz İlyas Amca’ların bostanında birgün bir kaplumbağa buldum. İlyas Amca evde yoktu, o nedenle eşinden izin istedim:

“Bostanınızda bir kaplumbağa buldum, Gülistan Teyze” dedim. “Size lazım değilse benim olsun mu?”

Gülistan Teyze yanaklarımı koparır gibi öptü:

“Hay Allah senden razı olsun, kızım” dedi. “Bana ne demeye lazım olsun ki kaplumlağa?… Salatalıkları, domatesleri kemirip kemirip bırakıyor. Şükretsin ki onu sen buldun da elimden kurtulmuş oldu. Bizim bahçeden gitsin de, dünyanın neresine giderse gitsin…”

Kaplumbağalar kucaklanır mı, kucaklanmaz mı bilmem ama, Gülistan Teyze’nin “Dünyanın neresine giderse gitsin” diyerek o gün bahçesinden kovduğu kaplumbağayı kaptığım gibi, göğsüme sıkı sıkı bastırarak doğruca eve koştum.

İyi ki komşularımız bizdeydiler ve bahçede annemle koyu bir sohbete dalmışlardı. Onlar da, annem de, birbirlerine laf yetiştirmekten, kollarımla göğsümün arasındaki kaplumbağamı görmediler. Ben de o sayede yeni arkadaşımı, kazasız ve münakaşasız olarak odama getirebildim.


İki gün odamdan çıkarmadım kaplumbağamı. Buzdolabından gizli gizli aldığım salatalıkları ve kıvırcıkları, yine gizli gizli odama taşıdım, yeni arkadaşıma yedirdim. Fakat ikinci günün sonunda odamdaki kaplumbağa çişini ve kakasını temizlemek bana hem zor geldi, hem de oyun dışı bir mızıkçılık gibi geldi. Aldım onu, bahçeye çıkardım. Artık bahçede dolaşacak, orada yatıp uyuyacak, kahvaltısını da ve tabii çişini, kakasını da bahçede yapacaktı.

Herşey iyiydi, hoştu da, ya dalgınlığımızdan yararlanıp, alıp başını uzaklara giderse ne olacaktı? Ya başkası başkası onu bulur da, kendi sahiplenmeye kalkarsa?

Güzel bir fikir geldi aklıma. Kaplumbağama önce bir isim bulmalıydım, sonra da onun bu ismini bir yerine yazmalıydım.

Evde kimsenin olmadığı bir anda, annemin kırmızı ojesini çaldım, bahçemizin kuytu bir köşesinde kaplumbağamın üzerine ojeyle "Pıtırcık" diye yazdım.
İyi ki de yapmışım bunu. Sitemizin benden küçük çocukları, Pıtırcık gezmeye çıktığında onu bulup bana getiriyorlardı. Evimizin ana giriş yolunun başından cıvıl cıvıl sesleriyle ".. ablaaaa... Pıtırcık sitenin dışına çıkıyordu. Onu yakaladık, getirdik” diye bağırıyorlar ve eve fazla yaklaşmadan Pıtırcık’ı bana yolun başında teslim ediyorlardı.

Pıtırcık kimi gün Mesudaaanim teyzelerin bahçesinde semizotlarını yerken yakalanıyor, kimi günler Ali beyamcaların serasındaki saksı çiçeklerinin yapraklarının tadına bakarken suçüstü yapılıyordu.

Sitemizin çocukları için Pıtırcık, yepyeni bir oyun olmuştu.

Pıtırcık yerinde duramıyor, oraya buraya koşuşturuyor, biz sitenin tüm çocukları da onu kovalıyorduk. İlk gün yapmaya çalıştığım gibi onu artık gövdesinden iple ağaca bağlamıyordum çünkü.

Onu bahçeye çıkardığım ilk gün kaçacak diye o beni korkutmuştu, sonra da iple ağaca bağlayarak onu ben korkutmuştum. Öyle çok korkmuştu ki, bağını çözmek zorunda kaldığım güne değin, evinden dışarı tek adım atmamıştı. Ben de biraz ona kıyamadığım için, biraz da bu yaptığımdan utandığım için daha fazla dayanamamış, ipini çözmüştüm.


Pıtırcık ilk günlerde biraz fazlaca ürkekti. Bir metrelik tehlike alanına girildiğinde ya da o bölgede bir golge hissettiginde, kaşla göz arasında kafasını, kollarını ve bacaklarını bir anda içeri, kabuğunun içine çekiveriyordu.

Başını okşayabilmem için o denli çok uğraşmama karşın, bir türlü izin vermedi
bana kendisini sevmeme…

Onu günlerce, gecelerce izledim. Kayış gibi yeşil-kahve derisini ellemeye çalıştım, parmağımı kabuğunun içine sokup, kafasını dışarı çıkartmaya çalıştım, yine başaramadım onu okşamayı.
Onu uzun uzun seyrettikçe ve izledikçe, çok özel bir duygu oluştu yüreğimde. Ona özenmeye başlamıştım.

En ufak bir tehlike olasılığında bile bir anda kendini kabuğunun içine çekebiliyor ve tümüyle bir güvenlik zırhı içine girebiliyordu.

Sitenin arsız kedileri bile rahatsız edemiyorlardı onu bu zırhına çekildiğinde. Önünde arkasında, sağında solunda dolanıyorlar, yalnızca kabuğunu koklamaktan ve sonra da oradan çekip gitmekten başka bir şey yapamıyorlardı.

“Kabuğunun dışındaki dünya”da tehlike geçtiğinde ise, yine o çirkin ama bir o kadar da sevimli ejderha suratını kuşkuyla kabuğundan çıkarıyor, çevresine dikkatle bakıp, güvenlik denetimini yaptıktan sonra pıtırcık pıtırcık adımlarıyla pıtırcık pıtırcık ilerliyor, daha lezzetli otlar aramasını sürdürüyordu.

O yaşlarımda kimselere söyleyemediğim bir duygumu, izin verirseniz şimdi burada, size açıklamak istiyorum:

O yaşlarımda da, bunca yıl sonra bu yaşlarımda da hep "keşke benim de böyle bir kabuğum olsaydı" diye düşündüm.

Onbir yaşımdaki bu düş, şimdi bu yaşımda bir yaşam gereksinimi olarak karşımda dikilmiş, duruyor…

Çocukluğumun düşünü şimdi bu kimliğiyle görmeye başladıkça, yalnızca yaşamın kendini değil, o yaşamın içinde büyümenin ne demek olduğunu da öğreniyorum galiba.

Pıtırcık’ın ellerimle dokunabildiğim kabuğunu, her geçen yıl biraz daha büyüdüğümde, ben de oluşturmaya başlamıştım çevremde. Hatta yalnız kendim için, kendi kabuğumu oluşturmakla kalmayacaktım, çevremdeki kişilerin kabuklarını da görmeye başlayacaktım.

Herkesin çevresinde kendine özgü bir kabuğu vardı. İnsanların kabuğunun benim çocukluk arkadaşım Pıtırcık’ın kabuğundan farklı iki özelliği, ellenemiyor olması, sert olmaması idi. Bir de, insanların kabuğunun üzerinde yaşam çizgileri olmadığından, kabuklarına bakıp, onların kaç yaşlarında oldukları anlaşılamıyordu.

Pardon, pardon… Galiba bu kadarcık değil bizim kabuklarımızın farklı özellikleri…
Bir de "yalnızca biz istediğimizde ve biz istediğimiz kadar" çıkarabiliyorduk kendimizi kabuğumuzdan…

Önce çevremizdekilere bakıyorduk, sonra karşımızdakilere bakıyorduk, ancak sonra karar verebiliyorduk ne kadarımızı çıkarabileceğimize kabuğumuzdan.

Bir değişik özelliği daha geliyor aklıma şimdi, insanların kabuklarının… Bir tehlike karşısında, insan bir anda çekemiyor kendini kabuğunun içine ve bir anda kendini tam bir güveni içine alamıyor.

Bir kez daha pardon, pardon…

Kabuğumuzun bir suçu yok, bunda… Bir tehlike karşısında kendimizi bir anda güven içine alamayışımızın suçunu, o tehlikenin bir tehlike olduğunun zamanında ayırdına varamayışımızda ve çok geç kalmamızda aramamız gerekiyor galiba…


x x x


Pıtırcık’ımı bulduğum yaz mevsimi sona yaklaşırken, kendisi için bir tehlike oluşturmadığıma inanmıştı artık.

Yazın o son günlerinden birinde, her zamanki gibi yine sabahın erken saatinde uyandım, doğruca Pıtırcık’ın yanına gittim.

Vedalaşmak için benim gelmemi bekliyordu belki de. Ayak seslerimi duyunca başını daha da uzattı, kendisini doya doya okşattıktan sonra kollarını, bacaklarını çıkarttı, her zamanki sakin tavrıyla, ağır ağır yürümeye başladı.

Bahçe kapısına doğru gidiyordu.

Biliyorum onun neden gittiğini… Bıkmış olmalıydı bizim bahçenin otlarından, benin getirdiğim salatalıklardan, domateslerden… Biliyorum, daha lezzetli otlar aramaya gidiyordu.

X x x


Günün birinde bir kırda ya da ormanda ya da bir komşunuzun bahçesinde bir kaplumbağa görürseniz, sırtındaki kabuğa dikkatle bakın.

O kabuğun üstünde kırmızı ojeyle yazılmış Pıtırcık adı varsa, bilin ki o benim çocukluk arkadaşım ve ilerideki yollarımın göstericisidir.

Ona benden selam söyleyin ve deyin ki:

“Senin onbir yaşındaki o arkadaşının şimdi, kendisinin o yaşında koskoca bir kızı var… Ve o arkadaşın, yaşamımın hiçbir anında seni unutmadı…”

2 comments:

uctemmuz said...

Cevap veriyorum: Ben daha çok küsüm...
Birbirimizi tanımadan nasıl küseceğiz, merak içindeyim ayrıca...:)
Pıtırcığın başka bir adı hiç olamamıştır di mi? Yani üstünde koccaman Ptırcık yazdığına göre?
Belki beyaz atlı ve asetonlu bir Prens?...olabilir mi?

Çok güzel bir yazıydı...Hoşçakalın...

GULTEINEN ENKELINI said...

"Belki beyaz atlı ve asetonlu bir Prens?"

hahahhahah!!!

cok seker bir fikir :p